Gazete Güney

SOSYAL HAKLAR DERNEĞİ DEPREM SUÇLARI VE YARGI RAPORUNU AÇIKLADI

Sosyal Haklar Derneği (SHD) Başkanı Melda Onur ve SHD İskenderun Temsilcisi Av. Bülent Akbay, büyük felaketin 2. Yıldönümünde hazırladıkları deprem suçları ve yargı raporunu gazetecilerle paylaştı.
1999 Marmara Depremlerinden 6 Şubat depremlerine kadar geçen 24 yıl içinde ülkemizde yapı stoku depreme dirençli hale getirilmedi. Bu yıllar arasında orta büyüklüklü sayısız deprem de meydana geldi. Örneğin Elâzığ depremi 6 Şubat depremlerinden 3 yıl önce gerçekleşti ve bu depremde de onlarca yurttaşımız hayatını kaybetmiş, on bine yakın bina ise hasar görmüştü.
Sosyal Haklar Derneği (SHD) Başkanı Melda Onur, “Derneğimiz kuruluşundan bu yana Aladağ yangınından Soma maden faciasına, Çorlu tren kazasından Hendek katliamına ülkemizdeki tüm sosyal cinayetlerin takipçisi oldu. 6 Şubat depremleri ise kamu görevlilerinin ve yöneticilerin önlenebilir can mal kayıplarını seyrettiği, halkın en ağır bedelleri ödendiği ve halen ödemekte olduğu sosyal cinayetlerin başında gelmektedir. 6 Şubat Depremlerinin ikinci yılında deprem suçları karşısında yargının raporunu tuttuk. Kayda geçsin diye de halkımızla paylaşma ihtiyacı hissettik” dedi.

‘YARGI GECİKİYOR ACI DERİNLEŞİYOR’
SHD İskenderun Temsilcisi Av. Bülent Akbay ise, “İki yıldır depremde yakınlarını kaybeden ailelerin isyanlarını dinliyoruz” diyerek, şu açıklamayı yaptı; “Ailelerin adalet arayışları hiç bitmedi. Depremde en az 53 bin 725 kişi hayatını kaybetti, 107 bin 213 kişi yaralandı. Adalet Bakanlığı 2 bin 31 adet soruşturma dosyası açıldığını, bunlardan 1. 397’si hakkında iddianame hazırlandığını duyurdu. Yani soruşturma dosyalarının neredeyse yarısında henüz dava açılmış değil. Soruşturma hiç açılmamış dosyalar da dikkate alındığında “kaplumbağa” hızıyla ilerleyen yargının tatmin edici bir adalet sağlaması mümkün görünmüyor. Depremin ardından 2 yıl geçtiği halde soruşturmaları dahi tamamlayamayan bir idarenin halka verdiği diğer sözleri de tutamayacağı aşikârdır. Nitekim siyasi iktidarın depremzedeye kürsülerden ağdalı laflarla gündeme getirdiği hiçbir vaadini yerine getiremediğini gözlemliyoruz.
Deprem nedeniyle açılan davalarda sadece 75 tanesi ilk derece mahkemesi tarafından karara bağlandı. Bu kararlar henüz kesinleşmedi. Bu davaların birinde caydırıcı olabilecek olası kastla ceza verilirken, gerisinde taksir nedeniyle ceza verildi. Açılan soruşturmaların % 97,3’ünde ve açılan davaların %98,2 isinde henüz karar yok. Kamu görevlilerin hakkında açılan dava ve verilen ceza yok. Adalet bakanlığının verilerine göre deprem nedeniyle süren yargılamalarda 134 kişi tutuklu. Buna karşılık 1.327 sanığın tutuksuz olarak yargılanmasına devam ediliyor. Muhtemelen önümüzdeki yıl deprem suçlarından dolayı tutuklu sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek.”

‘YANDAŞ MÜTEAHHİTLERE TUTUKLAMA YOK’
Av. Akbay, “Adalet Bakanlığının verilerine bakıldığında tutuklama müessesinin geçen iki yılda adil ve eşit uygulanmadığına tanık olduk. Siyasi iktidara yakın bazı müteahhitlerin hiç tutuklanmadığına ve hatta haklarında sayısız iddia olduğu halde soruşturma dahi açılmadığını gözlemledik. Buna karşılık tutuklu olan bazı müteahhitlerin “onlar dışardayken biz niye içerideyiz” isyanlarına tanık olduk. Kişiye göre yargılamanın yarattığı adaletsizlik deprem suçluların bir bir tahliyesine yol açmış ve yurttaşların adalet umudu yok edilmiştir. Hakaret suçuna tutuklama yağdıran yargı, yüzlerce ölüme sebebiyet veren müteahhitleri evlerine göndermiştir. Bazı davalarda 8 yıl ile 21 yıl arasında ceza alanlar bile tahliye edildi. Tahliyelerde siyasi iktidara yakınlığın önem arz ettiğini bilirkişi raporlarında asli kusurlu oldukları halde hiç tutuklanmayanların haberleriyle öğrendik. Bazı dosyalarda kaçtıkları halde sonradan düzenlenen bilirkişi raporlarına dayanarak yakalama kararları kaldırıldı. Siyasi iktidara yakın kişilerle çekilmiş fotoğraflar bile dava dosyalarına girdi. Özetle yandaş müteahhitler deprem suçlarıyla ilgili yargılamalarda karar vericiler tarafından kollanırken, depremi ranta çeviren ihalelerde de korunduklarını gözlemledik. Yalnızca yandaş müteahhitler değil aynı zamanda yandaş iş insanları da haklarında “kolon kesme” gibi ciddi iddialar olduğu halde yargı önünde hesap vermediler. Kırıkhan ilçesinde 55 kişinin hayatını kaybettiği bir apartmanın altında bulunan iki marketin sahibi Ö.E.Ç. Bu şahıs hakkında kolon kestiği iddiasında bulunan elliye yakın ifade olduğu halde savcılar bu şahıs hakkında ifade bile almaya gerek duymadılar. Bu şahıs daha sonra AK Parti tarafından belediye başkanlığına aday gösterildi. Bu örnekler çoğaltılabilir. Sivillere açılan dava uygulamalarında siyasi iktidara yakınlık önemli bir prim yaparken, açılan davaların suç vasfı konusunda da ciddi tartışmalar olmuş ve depremzedenin isyanına kulak tıkanmıştır” diye konuştu.

‘DİKKATSİZLİK DEĞİL KASIT VAR’
SHD İskenderun Temsilcisi Av. Bülent Akbay, raporla ilgili şu bilgileri verdi; “Depremin ikinci yılında depremzedelerden duyduğumuz isyanlardan biri hiç kuşku yok ki “Yargıda Adaletsizlik” oldu. Deprem davalarına bakan hukukçular ısrarla sanıkların “Olası kast” suçlamasıyla yargılanmasını talep ettiler. İhmali davranışla açıklanmayacak, kasıtlı eylem ve işlemlere dikkat çektiler. Buna karşılık davalar ikame edilirken ve soruşturmalar yürütülürken “taksir nedeniyle” işlemler yapıldı. Şöyle ki; Yer açmak için kolon kestiği iddia edilenlere, Bilerek ve isteyerek yapıların taşıyıcı sistemlerini tahrip edenlere, Yapı malzemelerini eksik kullanan kişilere, Binaların yerini hiç görmeyen denetimcilere, Riskli yapı raporu olduğu halde insanları o tabuttan binalarda yaşamaya zorlayanlara, Zemin iyileştirme gerektirdiği halde yapmış gibi gösterenlere ve benzer kasıtlı işlemlere “olası kastla” dava açılması gerekirken, kanunun daha az ve tek bir ceza öngördüğü “bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne sebebiyetten” dava açıldı. Kısaca açıklamak gerekirse “olası kastla” dava açılmış ve sanıklar bu maddeye göre ceza almış olsalardı her bir ölüm için ayrı ayrı ceza alacaklardı. Bu tutukluluk durumlarını da etkileyecekti. Oysa “Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne neden olma” suçundan yargılandıkları için sanıklar bir binada 100 kişi de ölse tek bir ceza alarak kısa sürede serbest kalabiliyorlar. Çünkü sanıkların eylemi “mesleğin icrasında tedbirsizlik ve dikkatsizlik” olarak niteleniyor. Somut iki kararı özetleyerek aradaki farkı açıklayalım. 6. Şubat depremlerinde Adana’da Alpargün Apartmanında 96 kişi yaşamını yitirdi. Bu dosyada yargılanan müteahhide “Olası kastla birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 62 kez müebbet ve 865 yıl hapis cezası verildi. Karar gerekçesinde; “Sanığın oluşacak ölümlerin olacağı neticesini bilmesinin olağan olduğu, buna rağmen ‘olursa olsun’ diyerek hareketine devam ettiği anlaşılarak söz konusu davada sanığın olası kastla hareket ettiği kabul edilmiştir” denildi. Buna karşılık diğer deprem davalarında müteahhitler yüzlerce ölüm olayı gerçekleştiği halde, 8 yıl ile 21 yıl 9 ay arasında değişen hapis cezaları aldılar. Birçok davada sanıklara “İyi hal indirimi” uygulandı ve bazı sanıklar da beraat etti. Örneğin 105 kişinin öldüğü Osmaniye Bilge Sitesi sanıkları ile 100 kişinin öldüğü Diyarbakır’da Hisami Apartmanı’nın sanıklarına “Bilinçli taksirle birden fazla insanın ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 21 yıla kadar hapis cezaları verildi ve sanıklar serbest bırakıldı. Bu örnekler deprem suçlarında yargının ve muktedirlerin caydırıcı cezaları uygulamak yerine, cezasızlık politikasını izlediklerini gözler önüne seriyor. SHD olarak sosyal cinayetlerin önlenebilir olduğuna sürekli vurgu yapıyoruz. Deprem de öngörülebilir bir doğa olayıdır. Mademki deprem değil binalar öldürüyor o halde sorumluluğu olan herkes olası kasttan yargılanmalıdır. Suç vasfını değiştirerek sosyal cinayetlere “mukadderat” kılıfı geçirerek suçluları cezadan kurtarma uygulamaları kabul edilemez. Depremin 2 yılında tespit ettiğimiz bir diğer husus siyasal iktidarın yargı ile elele vererek ölümlere yol açan kamu görevlilerine dokunmama uygulamasıdır.

‘İMAR AFFI İDAM FERMANIYDI’
Ak Parti iktidarı 2018 yılında imar barışı/affı adı altında bir kanun çıkardı. Bu kanun sayesinde siyasal iktidar inanılmaz bir gelir elde etti. Milyonlarca bina bu yasadan yararlanarak kaçak binalarını yasal hale getirdiler. Hem de sadece başvuru sahibinin beyanını yeterli buldular. Binaların risk durumuna ilişkin herhangi bir denetim yapılmadı. Parayı basan kâğıt üstünde yasallık kazandı. Parayı alan idare olası bir afette olabilecek can ve mal kayıplarından sorumluluktan kurtulma düşüncesiyle kanuna geçici bir madde eklemişti. Eklenen geçici 16. Maddede, “Yapının depreme dayanıklılığı hususu malikin sorumluluğundadır” denilerek Anayasal yükümlülüğünden kurtulmayı amaçlamıştı. İmar affını çıkarırken yöneticilerin umurunda olduğu tek şey oy ve para olmuştu. Böylece 6.Şubat depremlerinde on binlerce insanın ölümüne yol açan felaketin yollarını döşediler. Sadece 6 Şubat’ta deprem yaşanan bölgede 300 bine yakın binanın imar affından yararlandığı düşünüldüğünde imar affını çıkaran yetkililerin on binlerce insanın ölümünden doğrudan sorumluluğu olduğu aşikârdır. Devletin yaşam hakkını koruma sorumluluğu var. Bu anayasal bir zorunluluk olup yasa ile bu sorumluluktan kurtulamaz. Aksi takdirde devlete ihtiyaç yoktur. Nitekim yıllar sonra Anayasa Mahkemesi bu geçici maddeyi iptal etti. Devletin can ve mal güvenliği sorumluluğunu imar affı ile mal sahiplerine devredilemeyeceği, devleti devlet yapan bir sorumluluktan kaçınılamayacağını vurgulandı. Ne yazık ki yönetenlerin devlet sorumluluğundan kaçtığı ve bu ülkenin insanlarının can ve mal güvenliğini ortadan kaldırarak insanların canını paraya ve oya tercih ettiği belgelendi. Depremin 2. Yılında yapılan yargılamalarda imar barışı nedeniyle iki konuda cezasızlığa yol açan sonuçlar çıkıyor. Birincisi imar barışına başvuran yapılarda birbiri ardına tahliye kararları çıkıyor. Binaları yapanlar; “Biz yasaya ve yönetmeliklere uygun olarak binayı yaptık. Daha sonra binanın taşıyıcı sistemlerini etkileyecek şekilde kat çıkılmış veya büyütülmüş. Depremdeki yıkımda illiyet bağı koptuğu için sorumluluğumuz yok” şeklinde özetlenecek savunmalar yapıyorlar. Depremde yıkılan binaların önemli bir kısmında sorumluluk imar affına yükleniyor. İkincisi yukardaki savunmaları yapanlar cezalardan kurtulurken adeta idam fermanı olan imar affını çıkaranların yargılanmıyor olmasıdır. Ne yazık ki bu konuda hiçbir adımın atılmadığını, yargının muktedirler karşısında elinin-kolunun bağlı olduğunu gözlemliyoruz.

İmar affının yarattığı yıkımın sonuçlarını tespit etmek ve gelecekte benzer felaketlere yol açmamak için dersler çıkarmak için öncelikle sorumlularının yargı önünde hesap vermesi gerekir. Ne yazık ki İmar affı nedeniyle hiçbir kamu görevlisine dava açılmadığı gibi herhangi bir soruşturma izni başvurusu da bulunmuyor. Hatay’da yaşanan doğal afet yönetenlerin sorumsuzluğu nedeniyle kelimenin gerçek karşılığıyla katliama dönüştü. Afeti katliama dönüştüren kamu görevlilerin bazısı imar affını çıkaranlardır. İşte bu kamu görevlileri hesap vermediler ve yargılanmadılar. İmar affı çıkararak insanların can güvenliğini sağlayacak denetimleri yapmayan, yani açıkça deprem suçu işleyen bürokratlara ve siyasilere yargının dokunmadığını özellikle vurguluyoruz. İmar affını 2018 yılında Ak Parti iktidarı çıkardı. Depremde binaların yıkılacağını bilebilecek durumda olduğunu imar affının iptal edilen 9. Maddesinden anlıyoruz. Bu madde ile sorumluluktan kurtulmaya çalışmışlar. Bu durumda Cumhurbaşkanından dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki’ye, ardından gelen ve bugün halen bakan olan Murat Kurum’un hem siyasi hem de hukuki olarak sorumlu oldukları ve bu suçlarının zamanaşımına uğramayacağını depremin 2. Yılında tekrar kayıt altına alıyoruz. Depremin 2 yılının dolmasına bir hafta kala Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Planlı Alanlar İmar Yönetmeliğinde bir değişiklik yaparak resmi gazetede yayınlandı. Bu değişikliğe göre Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği ve proje müellifleri olan mimar, inşaat mühendisi ve makina mühendislerinin mesleki yeterliliği hakkındaki maddelerin uygulanmamasını sağlayan Geçici 3. Maddesi bir yıl daha uzatıldı. Böylece Bakanlık depreme dirençli kentlerin üretim süreçleri için ihtiyaç duyulan mesleki yeterliliği hiçbir gerekçe göstermeden ve ilgili kurumları yok sayarak keyfi bir şekilde bir yıl daha uygulamama kararı aldılar.

Buna göre bina üretiminde; Planlı Alanlar İmar Yönetmeliğindeki bina çıkmaları ile emsal artışı sağlanamayacağı hükmü, Deprem derz boşluğu zorunluluğu, Mimari proje müellifliği için mimarların mesleki yeterlilik ve deneyim şartları, Statik proje müellifliği yapan inşaat mühendislerinin mesleki yeterlilik ve deneyim şartları, Mekanik tesisat müellifliği yapan makina mühendislerinin mesleki yeterlilik ve deneyim şartları, Hazırlanan projelere yönelik mimari estetik komisyonu süreç ve yetkileri bir yıl daha uygulanmayacak. Deprem bölgesindeki neredeyse tüm yapım işlerini kapsayacak bu uygulama ile Bakanlık mesleki uzmanlık, bilgi, beceri ve yetkinlikler önemsizleştirilmekte ve usulsüz işlemlerin denetiminden kaçmaktadır. Yalnızca kamunun yapılarında değil aynı zamanda “yürü ya kulum” dediği yandaş müteahhitleri de korumaktadır. Siyasal iktidar ne yazık ki bilim ve tekniği hiçe saymaya kamu yararını gözetmeyen politikalara devam ediyor. Oysa son yıllarda neredeyse tüm doğa olayları ülkemizde felakete dönüşüyor. Depremin 2 yılında kentlerimiz insanca yaşam koşullarından çok uzak. Acil müdahaleyi dahi beceremeyen, müdahalenin kayıpları arttırdığı beceriksizliklere tanık oluyoruz. Maden kazalarında, kendiliğinden yıkılan binalarda, tatil için gittiğimiz otellerde ölmeye devam ediyoruz. Bu temel konularda önlem alınmasını beklerken rant amaçlı yasalarla denetimi kısıtlayan icraatları ancak siyasi iktidarın insana ve şehirlerimize karşı işlenen suçlarda cezasızlık politikasıyla açıklayabiliriz. Anayasayı işine geldiğinde var sayan, işine gelmediğinde yok sayan bir iktidar anlayışı olduğunun farkındayız. Ancak bir hukuk devletinde yaşama isteği ve kararlılığı ile belirtmek isteriz ki; mevcut Anayasa yurttaşların can ve mal güvenliğini sağlamak, tarihsel, kültürel ve doğal değerlerin korumak, tarım arazilerinin ve orman alanlarını gözetmek, kent ve planlama politikalarının kamu yararına geliştirilmesi için devleti gerekli tedbirleri almakla görevlendirmiştir. Karar vericilere görev ve sorumluluğunu bu vesileyle bir kez daha hatırlatıyoruz.

‘KAMU BİNALARINDA ÖLENLERİN HESABINI KİM VERECEK?’
Depremde yıkılan binalarda can kaybı yaşanması savcılıkların soruşturma açması için yeterli kabul edildi ve bu nedenle savcılıklar deprem suçlarına yönelik yukarıda sayısını verdiğimiz binlerce soruşturma dosyası açtılar. Savcıların zamana yayarak dokunmaktan çekindiği kamu görevlilerin yargılanmaması ise deprem suçlarının takibinde ciddi bir adaletsizlik yarattı. Depremin ardından iki yıl geçmiş olmasına rağmen Hatay’da çeşitli bahanelerle açık deprem suçu işleyen kamu görevlilerin yargı önüne çıkması sağlanamadı. Deprem suçu işleyen kamu görevlilerin yargı önünde hesap vermemesi için öyle incelikli hesaplar yapıyorlar. Ne yazık ki onlarca dosyada halen soruşturma izni istemeyen, bilirkişi raporunu beklediklerini ifade ederek bu sorumluluktan kaçan savcılar var. İki örnekle pekiştirelim. İskenderun ve Antakya Devlet Hastanesinde yüzlerce insan hayatını kaybetti. Doktorlar, hemşireler, sağlık çalışanları ve yüzlerce hasta yatan veya refakatçi vatandaşımız göz göre göre ölüme sürüklendiler. Hem de doğrudan doğruya kamu görevi gören yetkililer tarafından. Her iki hastanede ölümlere neden olan ihmalden doğrudan sorumlu İl sağlık müdürü hakkında İskenderun’da halen soruşturma izni verilmedi. Oysa depremden çok önce bu binanın %90 oranında taşıyıcı sisteminin devre dışı kaldığı, depreme dayanıksız olduğu ve hatta yıkılması için depreme dahi ihtiyaç olmadığı bildirilmişti. Bu rapor hastanenin web sayfasında da yer alıyordu. Başta il sağlık müdürü, sağlık bakanlığı ve başhekim uyarılara rağmen hastaneyi kapatmamış ve insanları ölüme sürüklemişler. Antakya Araştırma Hastanesinde de uyarılar yıllar önce yapılmış. Sağlık çalışanları binanın ilk depremde yıkılacağına dair uyarıları yapmakla kalmamış ve protesto eylemleri düzenlenmiş. Önce ret edilen soruşturma izinleri nihayet itirazlar sonucu kaldırılmış ama halen dava açılmamıştır. Hatay’daki Özel Defne Hastanesi’nde, Kırıkhan devlet hastanesinde yoğun bakım servislerinde hastalar boğularak hayatlarını kaybetti. Mahsur kalan bazı hastalar günler sonra bile yaşıyordu. Hastane yetkilileri ise durumu bildirmeyerek ihmallerini sürdürdü. Özetle Hatay’da sağlık sistemi çöktü ama hesap veren veya sorumluluk alan yok.

‘DENETLE(ME)YEN VE ONAYLAYAN MAKAMLAR YARGIDAN KAÇIRILIYOR’
Belediyeler ve Şehircilik İklim Müdürlükleri yapıları denetleyen ve onaylayan makamlardır. Depremde yıkılan binalarla ilgi birçok bilirkişi raporlarında kusurlu oldukları saptandı. Bu kadar ağır suçların işlendiği bir ortamda kamu görevlilerin halen yargı önüne çıkarılmamış olması izah edilemez. Bu süreçte bir tek kamu görevlisi tutuklanmadı ve hakkında zorunlu soruşturma açılanlar ise prosedürler bahane edilerek yargı önüne çıkarılmaları engelledi. Arkası sağlam olmayan vatandaşlar için bilirkişi raporu beklenmezken, imzası ve sorumluluğu açık olan kamu görevlileri için bilirkişi raporu veya soruşturma izni gerekçesi sunuluyor. Açığa alma müessesi hiç kullanılmıyor. On binlerce ölümden sorumlu olanlar görevlerine devam ediyor ve muhtemelen yeni yeni suçlara imza atıyorlar. Diğer kamu çalışanlarına da burada bir paragraf açmak gerekiyor. Zemin etüdünden, zemin iyileştirmeye, imar çapından proje onayına, yönetmelikten yapı kullanma iznine kadar her aşamada onayı olan belediye ve şehircilik iklim müdürlükleri adeta sütten çıkmış kaşık gibi ısrarla soruşturma dışı tutuluyorlar. Oysa bu kamu görevlilerinin onayı olmadan taş üstüne taş konulamaz. Binaların deprem yönetmeliklerine uygunluğunu dahi bu kamu görevi gören birimler yapmaktadır. Denetim görevi de bu kamu görevlilerinin tekelinde. Diğer bir ifadeyle halk adına denetim yapmak ve halkın can ile mal güvenliğini korumakla görevli olan bu kamu görevlileri hem halkın vergileriyle maaşlarını alacaklar, hem de neredeyse tek yetkili olarak imar sürecinin her aşamasında yer alıp sayısız imtiyazdan yararlanacaklar, ama sorumluluk almaya gelince sırra kıdem basacaklar. Bu kamu görevlileri de depremin 2 yılının sonunda yargılanmadılar, tutuklanmadılar, açığa alınmadılar ve ödüllendirildiler. Kamu görevlilerin hesap vermemesi rüşvetten imar usulsüzlüklerine, afetleri katliamlara çeviren uygulamalardan afet gerektirmeyen yeni yeni felaketlere dayalı sistemin devam etmesine yol açar. Depremin 2 yılında elli bini aşkın insanın can vermesine yol açıldığı halde, kamu görevlilerin yargı önüne çıkarılmadığı gibi hesap vermek yerine ödüllendirildiklerini gözlemledik. Yönetenlerin ödenen ağır bedellere rağmen hiç ders alınmadığını üzülerek ifade etmek isteriz.

‘AFET BORÇLANMA SENEDİ İMZALATIYORLAR’
6 Şubat Depremlerinin iki yılında yaşanan hukuki garabetler ne yazık ki yukarıda ifade ettiklerimizden ibaret değil. Depremde evi yıkılan insanların evlerinin yapılması ve hatta ücretsiz yapılıp teslim edilmesi hukuk devletinin ve Anayasal kuralların gereğidir. Devlet yurttaşların barınma hakkına kayıtsız kalamaz. Yönetenler ne yazık ki Anayasada düzenlenen yurttaşların barınma hakkını ihlal edecek şekilde uygulamalar gerçekleştiriyor. Bir daha ifade edelim ki karşılıksız olması gereken yapıları ücreti mukabilinde ve depremzedeyi yeni belirsizliklere sürükleyecek şekilde gerçekleştiriyor. Yurttaşı bankalara karşı çaresiz bırakıyor. Banka ile depremzede arasında sözleşme yapıldığı söylense de depremzedeye “AFET BORÇLANMA SENEDİ” adı altında sözleşme değil senet imzalatıyor. Hem de meblağ bölümleri ve taksit sayısı boş olarak. Depremzede adeta bir tefeciye düşmüş gibi ne kadarlık bir süre için ne kadar ödeme yapacağını bilmeden borç senedini imzalamaya zorlanıyor. Hukuki olarak bir sözleşme olmadığı halde depremzedenin sanki koşul ileri sürme veya itiraz etme hakkı varmış gibi sunup depremzedeyi zapturapt altına alıyorlar. Bu hukuki garabetin yeni mağduriyetler yaratacağını siyasi iktidarın bu güne kadarki TOKİ uygulamalarından biliyoruz. Depremi rant ve kazanç için fırsat olarak gören zihniyet yargı organlarının üzerine çökecek uyuşmazlıkları bugünden örmeye başlamıştır. Depremin 2. Yılında SHD olarak siyasi iktidara bu uygulamadan derhal vazgeçin ve Anayasada güvence altına barınma hakkına saygı göstererek bedelsiz olarak depremzedelerin evlerini inşa edin çağrısı yapıyoruz.

HATAY’IN ÜZERİNE ÇÖKEN REZERV ALAN KÂBUSU
Depremin üzerinden aylar geçtikten sonra bütün imar düzenlemelerini ve inşa sürecini tek eline alan merkezi idare rantın ve paranın sesine odaklandı. Mağduriyet yaşayan Hatay halkının değerli arazilerine kamulaştırmasız el koymadan tutun da tarım alanlarını, yüzyıllık zeytinliklerini, imara açtılar. Kent merkezlerinde hasar görmemiş binaları rant getirisi yüksek diye rezerv alanı ilan ettiler. Bu uygulamayı da kanunlara ve usule uygun olmayacak şekilde mafyavari bir tutumla gerçekleştirdiler. Depremlerin ikinci yılında da depremzedenin rezerv alan isyanına ve yargı nezdinde hak arayışına tanık olduk Bir alanın rezerv yapı alanı olarak tespit edilmesi işlemi idari bir işlem niteliğinde olup, idari işlemlerin sahip olması gereken unsurları içermesi kanun gereğidir. Kanunun amacı; afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemektir. Oysa rezerv alan ilan edilen yerlerin çoğu depremden hasar almadan çıkmış afet riski olmayan yerlerdi.
Yönetenler rezerv alan ilanını 6306 sayılı kanun kapsamında uyguladığını ilan etti. Oysa bu kanuna göre riskli bir yapı olması gerekir. Uygulamada az hasarlı ve hatta hasarsız binalara işlem yapıldı. Aynı kanun kapsamında riskli yapıların yıktırılmasında ve bunların bulunduğu alanlar ile riskli alanlar ve rezerv yapı alanlarındaki uygulamalarda, öncelikli olarak malikler ile anlaşma yoluna gidilmesinin esas olduğu belirtilmiştir. Oysa evlerinde kalan insanlar sabah uyandıklarında kapılarına asılmış yıkım ve tahliye kararları gördüler. Maliklerle anlaşmaya dair herhangi bir bildirim/tebligat/ talep yapılmadı. Kanunun aradığı; Planlamaya dair hususları içeren raporlar, İdarece bu hususa yönelik çalışmaları gösterir herhangi bir bilgi ve belge, Hangi bölgede yer alan riskli alanlar için rezerv yapı alanı belirlendiği, Riskli alanda yaşayan insan sayısı, Ortaya çıkan konut gereksinimi, İhtiyaç duyulan alanlara yönelik somut hesaplama ve değerlendirmelere hiç yer verilmedi. Hali hazırda mevcut olan ve afet riski altında bulunmayan yapıların rezerv yapı ilan edilmesi kanunların açık hükmüne rağmen uygulaması devam ediyor. Anayasa ile güvence altına alınan mülkiyet hakkı ihlal ediliyor. Depremde mağdur edilen depremzedeler bu uygulamalarla bir kez daha yaşadıklarına pişman ediliyor.

‘DEPREME DİRENÇLİ KENTLER YARATMA İDDİASI KOCA BİR YALAN’
6 Şubat depremlerinde en ağır tablonun yaşandığı Hatay’da, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Hatay İl Müdürlüğünün ‘yapı malzemesi üreten’ firmalara ilişkin yaptığı denetimlerde, ‘usule aykırı’ ve ‘standart dışı’ beton ve beton demir üretimi yapan 70’i aşkın firmaya ceza kesildi. Cezai işlemin dayanağı; beton kalitesinin düşüklüğü, standartlara aykırı oluşu, yapı çeliğinin, demirin karbon dengesinin sağlanmaması nedeni ile dayanaksız ve kırılgan olması gibi yapıların taşıyıcı sistemlerini hayati derecede etkileyen ürünlerin piyasaya sürülmesidir. Deprem bölgelerinde yeni inşa edilen yapılarda kullanıldığı, hatta çoğunlukla TOKİ gibi kamu tarafından inşa edilen deprem konutlarında kullanılmak üzere piyasaya sürüldüğü iddia edilmektedir. İlgili yasal düzenlemelerin öngördüğü standarttın altında üretim yapan bu firmalar kapatılmalı ve bu firmaların ürünlerinin kullanıldığı yapılar durdurulmalıdır. Aksi taktirde yetkililer deprem suçuna ortak olmaktan kurtulamazlar. Geçmişte yaşanan ve yargı organlarınca yıkımına karar verilen benzer durumdaki yapılar dikkate alındığında depreme dirençli kentler yaratmak iddiası boş bir lakırdıdan ibaret olacaktır.

‘HALKIN ADALET ÇIĞLIĞINI YÖNETENLER DUYMUYOR’
Buraya kadar 6 Şubat depremlerin ardından geçen iki yılda yaşanan yargı problemlerine yer vermeye çalıştık. Kiracı ev sahibi uyuşmazlıkları, binaların hasar tespitine dair itirazlar, bilirkişi müessesinin deprem yargılamalarında yaşadığı çöküş, vefat tazminatlarındaki uyuşmazlıklar, kayıpların durumu, kadın ile çocuklara konteyner kentlerde yaşatılan şiddet ve istismar gibi sorunlara dair yargı konusu olan konulara yer veremedik. Bu eksikliğin en önemli sebebi merkezi yönetimin ve Adalet Bakanlığı’nın ısrarla verileri kamuyla paylaşmamasıdır. Birçok alanda olduğu gibi yargı alanında da şeffaflıktan uzak bir tutumun sürdürülmesidir. Bu raporun eksikliklerine rağmen depremin 2 yılı sonunda söyleyebiliriz ki toplumun ve özellikle depremzedenin; ADALET ÇIĞLIĞI” yönetenler ve maaşını bu halktan alanlar tarafından duyulmadı. Birinci derecede ölüme sebebiyet veren Kamu Görevlileri yargılanamadı, Deprem suçu işleyen yandaş müteahhitler yargı tarafından korundu, depremzedeler rezerv alan uygulamasıyla mağdur edildi, yargı seyretti, Depremde evi yıkılanlara tefeciler gibi açık senet imzalattılar, İmar affını çıkaran yöneticiler para ve oy topladılar ama sebebiyet oldukları binlerce ölümün hesabını vermediler. Depremden ders almasını beklediğimiz yöneticiler yeni yasalar çıkararak deprem suçu işlemeye devam ettiler. Standart dışı üretim yapan ve ceza dahi kesilen firmalar üretim yapmaya devam ediyorlar. Bazı firmaların ruhsatı dahi yok. İnşa edilen deprem konutlarında bu firmaların standart dışı üretimleri kullanıldı. Yetkililer bu binaları açıklamıyor ve yeni yeni işlenen deprem suçlarına ortak oluyorlar.”
HABER MERKEZİ

Exit mobile version